Yazarlarımız
Türk Kimdir? Ziya GÖKALP
Pazartesi, Mayıs 10th, 2010
Kategori: Yazarlarımız | Türk Kimdir? Ziya GÖKALP için yorumlar kapalı
Nihad Sami Banarlı’nın Üslûbu Üzerine Bir Sohbet, Rıza Filizok
Cuma, Ocak 29th, 2010
Nihad Sâmi Banarlı’nın Üslûbu Üzerine Bir Sohbet
Sevgili Öğrenciler,
Bugünkü konuşmamda Türkçe’nin âşığı olan Nihad Sâmi Banarlı’nın üslubu konusunu ele alacağım. Medeniyetimizin ve Türkçe’mizin inceliklerine hayran olan Banarlı, Türkçe’ye olan saygısının bir sonucu olarak yüksek bir üslûp düzeyine ulaşmıştı. Onun yazılarında Türkçe’mizi hem keşfeder, hem yaşarız: Onu okurken hem Türkçe’nin güzelliklerini öğrenir, hem güzel Türkçe’nin örneklerini tadarız.
Üslup konusu, bilindiği gibi ihmâl edilmiş bir konudur. Üslûp sahibi pek çok şairimiz, yazarımız, düşünürümüz olduğu halde, bu büyük sanatkârların yarattığı güzellikleri anlamamıza, yaşamamıza, takdir etmemize yardımcı olacak üslûp araştırmalarımız çok azdır.
Daha konuşmamın başında, üslûp araştırmalarının azlığından şikâyetim, Banarlı’nın üslûbuyla ilgili birazdan vereceğim bilgilerle yakından ilgilidir. Yurdumuzda çok zaman üslûptan bahsedilirken, bir yazarın birkaç dil ve anlatım özelliğine temas etmekle yetinilir. Dilinin sade yahut ağır, yalın yahut sanatlı, ahenkli yahut ahenksiz olduğu belirtilir, yazara has bazı edebî özelliklere dikkat çekilir. Bu iş yapılırken çok zaman, ne eski Türk-İslâm belâgatının birikiminden, ne yeni Batı retoriğinin veya üslûp biliminin yöntemlerinden yararlanılır. Sonuçta söz konusu edilen yazarın dilinin sade, ahenkli olduğu, edebî sanatları başarıyla kullandığı vb. söylenir. Bu yaklaşım, şüphesiz bize bir şeyler öğretmekle birlikte bir üslûbu tanımamıza yetmez.
Bir söz ustası olan Banarlı’nın bizi Türkçe’nin güzelliklerine ulaştıran üslûbundan söz açarken, alışılagelmiş olan bu dar yolda yürümek yerine, konumu, üslûp biliminin imkânlarından yararlanarak sunmayı düşündüm. Bu kısa konuşmamda size, Banarlı’nın üslûbunun göz alıcı bütün güzelliklerini, bütün incelikleriyle sunamayacağımı daha baştan söylemeliyim. Ama, Banarlı’nın üslûbunu ileride, bir bütün halinde ortaya koymak isteyecek siz edebiyat öğrencilerine küçük bir yol haritası sunacağımı da haber vermeliyim. Bu yol haritasını verirken de Banarlı’nın üslûbunun bazı temel niteliklerinden de söz edeceğim.
Türk Dil Kurumu’nun Türkçe sözlüğünde, üslûp “Sanatçının görüş, duyuş, anlayış ve anlatıştaki özelliği veya bir türün, bir çağın kendine özgü anlatış biçimi.” tarzında tanımlanmıştır. Bu tanım, üslûbun doğru ama dar bir tanımıdır. Bundan dolayı üslûbun daha çağdaş bir tanımından yola çıkmamız gerekecektir:
Bir üslûp bilimci olan Pierre Guiraud’nun üslûp tanımı ise şöyledir: “Üslûp, konuşan öznenin yahut yazarın mizacı ve niyeti ile belirlenmiş ifade (expression) vasıtalarının seçimiyle biçimlenmiş bir ifade (énoncé) tarzıdır (aspect / görünüm, kılık).” Bu ağır tanımın tam anlaşılabilmesi için, tanımın dayandığı “ifade”, “tarz”, “konuşan özne”, “mizaç” ve “niyet” kavramlarının tek tek açıklanmasından vazgeçemeyiz.
1) İfade (expression): Üslûbun tanımı, ifade kelimesinin dar yahut geniş anlamında düşünülmesine göre değişmektedir:
a) İfade kavramı, geleneğimizde olduğu gibi, yazarın sanatı anlamında kullanılabilir. Bu durumda, üslûp, yazarın bilinçli olarak kullandığı edebî, estetik ifade vasıtaları anlamına gelir.
b) İfade kavramı, yazarın mizacı anlamında kullanılabilir. Bu durumunda yazarın şuur dışı eğilimleri anlamına gelir.
c) İfade kavramı, eserlerin bütünlüğünü anlatmak için kullanılabilir. Bu durumda, yazarın eserlerini değil, yazarın eserlerinin bütünlüğü içinde ortaya çıkan tutumunu ifade eder.
2) İfade vasıtaları, yazarın kullandığı başlıca malzeme anlamına gelir. Bir ressamın kurşun kalem, renkli kalem, sulu boya, yağlı boya kullanması, sanatını nasıl belirlerse bir yazarın üslubunu da kullandığı vasıtalar ve malzeme belirler. Yazarlar ve şairler, üç türlü ifade vasıtası kullanır:
a) Gramer yapıları (Les structures grammaticale): Sesler, biçimler, kelimeler, yapı (constructions) ifade vasıtalarının başında yer alır. Bir üslûp araştırması, yazarın gramer yapıları karşısında aldığı özel tavrın tespitini zorunlu kılar. Banarlı’nın üslûbunun temel eğilimlerinden birisi, gramer yapılarından şuurlu olarak yararlanmasıdır. Yahya Kemal’in şiire uyguladığı mısra işçiliği kavramını, Banarlı, nesre uygulamıştır. Cümleleri, ritmik ve ölçülüdür. Bilindiği gibi Banarlı, nesir ustalarımızın eserlerindeki aruza uyan ifadeleri araştırır ve okuyucularının önüne sererdi. Aruzun sesinin Türk nesrine de yansıdığını bilenlerdendi. Kendi nesirlerinde hep bu tarihî sesten yararlandı.
b) Kompozisyonun oluşturulması: İkinci ifade vasıtası, anlatı türleridir. Yazar, bir metin üretttiğinde bu metin, dört ana anlatım biçiminden (forme) birisi içinde yer alır. Ancak, pratikte, bu dört biçim, daima bir karışım olarak karşımıza çıkar. Bu karışımın oluşturulma tarzı, üslûbu da belirler. Bundan dolayı, Anlatı (discours) tipolojisi açısından yazarın tercihlerinin tespit edilmesi ve hangi anlatım biçimlerinde başarılı olduğunun araştırılması gerekir. Başlıca anlatı biçimleri bilindiği gibi şunlardır: Açıklayıcı metinler (explicatif), tasvirî metinler (descriptif), muhakeme metinleri ( argumentatif), tahkiye/hikâyeleme metinleri (narratif). Banarlı’nın metinlerinin genel olarak açıklama (explicatif) ve muhakeme ( argumentatif) metinleri olduğu görülmektedir. Açıklama ve muhakeme metinleri, çok zaman realist, polemik, lirik ve hitabî bir üslupla birlikte yürümektedir. Banarlı metinlerini düzenlerken(dispositio), genellikle zıtlık, ilâve, paralelizm ve simetri (“antithèse, enchâssement, parallélisme, symétrie”) gibi kompozisyon tekniklerinden yararlanır.
c) Bütünlüğü içinde düşünce: İfade vasıtalarından üçüncüsü yazarın felsefesi ve temel görüşleridir. Yazarın ele aldığı temler, dünya görüşü, felsefî tercihleri, üslûbunu belirleyen temel vasıtalardır.
3) İfadenin Niteliği (la nature de l’expression): Çağdaş üslûp bilimi, üslûp değerleri denilen şeyi de hesaba katmaktadır: Üslûp değerleri, üslûbun dilbilime has bildirişim (communication) teorisi içinde değerlendirilmesi sonucunda tespit edilir: Bilindiği gibi iletişim teorisi, altı temel unsura dayanır: İletişimin gerçekleşebilmesi için, bir söz söyleyenin, bir dinleyenin ve bir de bir mesajın olması gerekir. Ayrıca üç de yardımcı unsura gerek vardır: Bunlar da nesne, kanal ve koddur. Bu altı unsur dilin altı farklı görev (fonksiyon) yapmasını sağlar. Bu teoriden önce, dilin sadece bir anlaşma aracı olduğunu sanıyorduk. Bu teoriden sonra dilin altı görevi olduğunu öğrendik: Bu görevler şunlardır: 1) Dili, kendimizi ifade etmek, kendi duygularımızı dile getirmek için kullanabiliriz. Bu, dilin kendini ifade etme görevidir. Dili, bu görevinde kullanırsanız, üslûbunuza birinci şahıs hakim olacaktır. 2) Dili, kendi dışımızdaki dünyayı, nesneleri ve bilgileri ifade etmek için kullanabiliriz. Bu, dilin haber fonksiyonudur, haber kipleri dediğimiz şey de aslında budur. Dili bu ikinci göreviyle kullanırsanız, nesnel, objektif bir üslup kullanmış olursunuz. 3) Dili, karşımızdakini etkilemek, harekete getirmek için de kullanabiliriz. Bu, dilin etkileme fonksiyonudur. Bu durumda üslûbunuz, bir hitabet üslûbu olacak, emir ve istek kipleri kullanacaksınız. 4) Dili, karşınızdakiyle iletişim kurmak için de kullanabiliriz. Bu, dilin algılama fonksiyonudur. Bu durumda ünlem cümleleri kullanacaksınız. 5) Dili, karşınızdaki ile anlaşmak için kullanabilirsiniz. Anlaşamadığınız noktalarda, dili yine dil ile açıklarsınız. Bu ise dilin üst dil fonksiyonudur. Bu durumda, üslûbunuza eş anlamlılar hakim olacak ve didaktik bir özellik kazanacaktır. 6) Nihayet dili, estetik amaçlarla kullanabilirsiniz. Bir mesaj, sade bir dille de verilebilir, süslü bir dille de. Bu, dilin estetik fonksiyonudur. Bu durumda üslûbunuza söz sanatları hakim olacaktır.
Bütün bunlardan çıkaracağımız sonuç şudur: Dil, sandığımız gibi sadece bir anlatım aracı değildir, biraz önce gördüğümüz gibi onun farklı altı görevi vardır. Bütün yazar ve şairler, birer dil ustası olduklarından dilin bu altı fonksiyonundan yararlanırlar. Üslûp, büyük ölçüde dile dayanır. Dilin altı fonksiyonu, dil açısından, altı tip üslûp yaratır. Bunlar, karışım halinde de kullanıldıklarından pek çok üslûp çeşidinin ortaya çıkmasını sağlarlar.
Dil, konuşan öznenin niyeti ve dinleyici üzerinde bıraktığı etkiler açılarından incelendiğinde, farklı üslûp değerleri gösterir:
a) Kavramsal değerler: Bunlar, bir üslûbun açık, mantıkî, doğru, olması gibi özellikleridir. Muhakeme metinlerinde, tümevarım (induction), tümdengelim (deduction), andırma / mümaselet (anologie) gibi istidlal (raisonnement) şekilleri ile akıldışı / abes (absurde), karşıt / mukabil (opposition), akis ve kıyas (syllogisme) gibi akıl yürütme yollarından yararlanılır. Metnin iç düzenini çok zaman bunlar kurar. Bu akıl yürütme tarzlarının değerleri aynı değildir, her birinin olumlu ve olumsuz yönleri vardır. Bir metinde ileri sürülen fikirlerin değeri ile kullanılan akıl yürütme yolu arasında tam bir ilişki söz konusudur. Yazarın üslûbunu belirleyen şeylerden birisi de seçtiği ve kullandığı akıl yürütme tarzıdır. Birçok edebî sanat, doğrudan akıl yürütme tarzına bağlıdır. Bu noktaya Batı retorikçileri kadar Türk ve İslâm belâgatçileri de dikkat etmiş ve metinleri akıl yürütme açısından sağlamlıklarına göre altı tür halinde derecelendirmişlerdir. Bunlar, burhan, cedel, hitabe, muhayyelât, safsata ve mugalatadır. Akıl yürütme açısından en sağlam metinler, burhan, en zayıfları ise safsata ve mugalatadır. Bu altı türün beşi mantığa, muhayyelat ise ilm-i beyana yani figür ve trop teorisine aittir. Didaktik bir yazar olarak Banarlı’nın sık olarak baş vurduğu muhakeme yolları, tümevarım, tümdengelim, andırma ve karşıtlıktır “oppozisyon”. O, kıyas gibi ağır akıl yürütme tarzlarını yazılarında kullanmamıştır. Belagatçilerin tasnifini esas aldığımızda, Banarlı’nın yazıları cedel ve hitabet derecelerinde yer alır. Yazarın burhan gibi ağır, yahut mugalata gibi sağlıksız düşünme yollarına başvurmadığı görülmektedir.
b) İfade değerleri: Bir üslûp, resmî dili, günlük dili, aile dilini, lehçeyi, ağızları, edebî ekolleri yansıtabilir. Banarlı’nın dili, klasik edebiyatımızın ses özelliklerine açıktır. Çağdaşlarının çoğundan bu niteliğiyle ayrılır.
c) İzlenim Değerleri: Üslûbun okuyucu odaklı olarak, okuyucuya göre değerlendirilmesidir. Bu durumda metin, okuyucu üzerinde bıraktığı duygu tesirine göre adlandırılır. Günümüzde tür kavramı yerini, eserleri duygu seviyelerine göre derecelendiren Ton tespiti, “tonlandırma-tonalité” kavramına bırakmıştır. Bu yaklaşım, gülmekten ağlamaya kadar uzanan insan duygularının tonlarının bu iki kutup arasında uzayan çizgiye yerleştirilmesinden ibarettir. Bütün eserler, tonlandırma açısından bu iki sınır arasındaki çizgide yerini bulur. Bu tonlar, gülme kutbuna veya ağlama kutbuna yakınlıklarına ve uzaklıklarına göre bir ad alırlar: Bucolique (Alay), Burlesque (kaba güldürü), Comique (komik), Didactique (didaktik), Dramatique (dramatik), Elejiaque (içli, hüzünlü), Emphatique (tumturaklı, duygu abartılı), épique (destani), heroicomique (güldürücü kahramanlık), lyrique (lirik), oratoire (hitabî), pathétique (dokunaklı), polémique (kalem kavgası), satirique (toplumsal yergi). Banarlı’nın eserlerinin didaktik, polemik, lirik ve hitâbî tonlar taşıdığı görülür. Bu tonlar, Banarlı’nın üslubunun temel belirleyicileri durumundadırlar.
4) İfadenin Kaynağı: Üslûbu ifadenin kaynağına göre de değerlendirmek gerekir:
a) İfadenin psiko-fiziyolojik kaynaklarına göre üslup tespiti yapılabilir: Mizaç üslupları, cinsiyet üslûpları, yaş üslûpları, yumuşak üslûplar, hırçın üslûplar, melânkolik üslûplar gibi.
b) İfadenin sosyal tabakalara, mesleklere göre sınıflandırılması yapılabilir: Aydın üslûbu, köylü üslûbu gibi.
c) İfadenin yüklendiği göreve göre sınıflandırılması yapılabilir. Resmî, edebî, hukukî, siyasî, şifahî üslûplar gibi.
5) İfadenin görünümüne, kılığına (aspect) göre de üslup belirlenebilir: İfadenin niteliği ile ifadenin kaynakları birleşerek yeni üslûp formları oluşturur. Bize tamamen tasvirî olan üslup tanımları getirirler:
a) İfade formları: Bir üslup, icaz (veciz) ve ıtnaba (sözü uzatma) dayanabilir, mecazlı, alegorik vs. olabilir.
b) Düşüncenin, ifadenin kaynağına göre üslûp tespit edilebilir: Bu durumda, neşeli, rahat, hüzünlü, enerjik üslûplardan bahsederiz.
c) Konuşan öznenin dil tercihlerine göre üslupları sınıflandırabiliriz. Bu durumda üslûbun eski (arkaik), yeni (neolojik), şairâne vb. oluşu üzerinde durmamız gerekir.
Bilindiği gibi üslûp gerçeklik (reel) karşısında alınan tavra göre de sınıflandırılmaktadır: Üslûp, ütopik “utopie” bir tutumdan, bir idealleştirmeden “idéalisation”, bir biçimlendirmeden “stylisation”, bir gerçekçilikten “réalisme”, bir abartma eğiliminden “grossissement”, yahut gülünçleştirme eğiliminden “caricature” doğabilir. Banarlı’nın genel ve ferdî üslûbu gerçeklik karşısında bir idealleştirme, biçimlendirme ve gerçekçilik “idéalisation, stylisation ve réalisme” üslûbudur.
Banarlı’nın eserlerine metinler arası (intertextualité) ilişkiler açısından bakıldığında, edebiyat tarihinden sohbet, deneme ve makalelerine kadar bütün yazılarında oldukça sık olarak şair ve yazarların eserlerinden alıntılar yapıldığını görürüz. Sadece parodiye yer vermemiş, bunun dışındaki, her türlü metinler arası ilişki tekniğinden yararlanmıştır.
Sonuç olarak şu hükmü verebiliriz: Banarlı’nın üslûbunu belirleyen biçimler (genre), açıklama (explication) ve muhakeme ( argumentation) biçimleridir. Onun üslûbunu her şeyden önce bu biçimlerin nitelikleri belirlemiştir. Bu biçimler didaktik, polemik, lirik ve hitâbî tonlar vasıtasıyla işlenmiştir. Banarlı’nın gerçeklik karşısında aldığı tavra göre üslûbu, bir idealleştirme, biçimlendirme ve gerçeği yansıtma “idéalisation, stylisation ve réalisme” üslûbudur.
Banarlı, bir yazısında şöyle der: “Şu fânî dünyâ saâdetleri içinde hiçbir şey, azîz Türk çocuklarına Türk dilini öğretmek kadar güzel hizmet değildir.
Vatan çocuklarına bir milletin yarattığı ve yaşattığı dili, bütün güzellikleri, incelikleri, yücelikleri ve güzel sesiyle öğretmek…
Onları, böyle bir dilin sihirli ifâdelerine yükselterek; her an, daha çok duyan, düşünen, anlayan ve yaratan insanlar olarak yetiştirmek…
Dilin böylesine tılsımlı vâsıta olduğunu bilmek ve bütün bunları, bilerek, severek yapmak…”
Banarlı’nın bütün fikrî ve edebî faaliyetlerinin hareket noktası, bu düşüncelerdir. Yazdığı monografiler, makaleler, edebiyat tarihi, kompozisyon kitapları, denemeler, sohbet yazıları, birer nehir gibi bu temel amacın okyanusuna dökülür. Banarlı, bir sanatçıdan çok bir eğiticidir. Ancak eğitirken sanatçıdır. Bundan dolayı ilmî yazılarında da edebî yazılarında da bir Türkçe ustası, bir Türkçe gönüllüsü, bir üslûp ustasıdır. Bu, birçoklarının yaptığı ve birçoklarının sandığı gibi edebiyattan bahsederken edebiyat yaptığı anlamına gelmez: İlmî yazılar da, edebî yazılar da bir dil bilinci ve anlatım bilgisini gerekli kılar. Yurdumuzda, bu konuda, oldukça yanlış bir anlayış yaygınlaşmıştır: Üslûbun sadece sanatkârlarda bulunduğu, onlara has bir nitelik olduğu düşünülür. Bunun sonucu olarak, sadece sanatçıların üsluplarından bahsedilir. Aslında bu, ferdî üsluptur. Bunun yanında ve bundan önce, bunu da kapsayan, her yazı yazanın ve konuşanın kurallarına uymak zorunda olduğu bir de genel üslup vardır. Genel üslup, ana dilin bilgisine ve anlatım bilgisine dayanır. Genel üslup elde edilmeden ferdî üsluptan söz edilemez. Ferdî üslubun değeri genel üsluba hakimiyetten ve onu genişletme kudretini göstermekten ibarettir. Türk ve İslâm dünyasında Belâgat ilmi, Batı dünyasında Retorik ilmi işte bunu öğretir. Banarlı ilmî yazılarında genel üslûba, edebî yazılarında ferdî üsluba sahip olabilmiş ender yazarlarımızdandır. Banarlı’nın üslûp sevgisinin temelinde Türkçe sevgisi vardır.
Bilindiği gibi, Batılılar, retoriği “icat (inventio), tanzim (dispositio), üslûp (elocutio), hafıza (memoria), hareket (actio)” olarak beş bölüm halinde sınıflandırırlardı. Bunlar eski retoriğin temel elementleriydi. Genel üslûbu, sade, orta ve süslü üslûp olmak üzere üçe ayırırlardı. Bu ayırım üslûbu en genel çizgileriyle ayırma teşebbüsüydü. Yunanlılara göre, sade üslup, Atinalıların üslûbuydu, süslü üslûp ise Asyalıların üslûbuydu. Bir de bunun karışımı vardı ki orta üslûp adını alıyordu. Sade, orta ve süslü üslûpların kötü kullanılmasından da kuru, gevşek ve şişkin üslupların doğduğu kabul ediliyordu. Sade üslûbun eğitimde, orta üslûbun dinleyeni memnun etmede, süslü üslûbun dinleyeni harekete geçirmede etkili olduğu düşünülüyordu. İyi bir üslûbun başlıca nitelikleri şunlar olmalıydı: 1) Doğruluk, 2) Açıklık, 3) Zaman ve mekâna uygunluk (Mukteza-yı hal), 4) Süsleme.
Bu ilkeler, kaynaklarının ortak olmasından dolayı, Türk-İslâm belâgatinde de vardır. Belagatçilerimiz, sözün her şeyden önce açık olmasını “fasih” olmasını istiyorlardı. Söz açıklığını yani fesahati de şöyle tanımlıyorlardı: Sözün açıklığı, sözün ses ve anlam olarak anlaşılır olmasıdır. Ayrıca, söz, dil kurallarına ve dil ustalarının tercihlerine uygun olursa, açıktır. Bugün dil bilimi bu tespiti, dil normuna uygunluk olarak tanımlamaktadır. Yine belâgatçilere göre halkın anladığı, aydınların takdîr ettiği söz açıktır. Sözün arkaik yahut neolojik olması yani çok eski ve çok yeni olması, sözün açık olmasını engeller. Görüldüğü gibi, belâgatçiler, açık sözün çok aydınlık bir tanımını yapmışlardır. Banarlı’nın dil anlayışı ve genel üslûbu bu tanıma tamamen uymaktadır. Banarlı, dil yazılarında ısrarla iki şey üstünde durur. Bunlardan birincisi halkın kelimelere verdiği ses, diğeri halkın onlara yüklediği anlam. O, fikrî eserlerinde halk normunu savunmuş, yazılarında da bu fikrine bağlı kalmıştır.
Üslûp, dört psikolojik gerçekliğe dayanır: Bunlar, zihin gücü, duygu, hayal gücü ve olgunlaşmış bir zevktir. Banarlı, hayran olduğumuz nesirlerini işte bunlarla ördü.
Manisa,16/Aralık/ 2004
Kategori: Yazarlarımız | Nihad Sami Banarlı’nın Üslûbu Üzerine Bir Sohbet, Rıza Filizok için yorumlar kapalı
BİYOGRAFİ MÜBERRA BAĞCI
Cuma, Ocak 29th, 2010
KEMAL BİLBAŞAR : I. HAYATI
Kemal Bilbaşar’ın hayatı ve eserleri hakkında bilgi vermeyi amaçladığımız bu yazı[1], iki bölümden oluşmaktadır. İlk kısmında ana hatlarıyla yazarın biyografisi, ikinci kısımda da Kemal Bilbaşar’ın ilk kitabını yayımladığı 1935’ten son yazısının çıktığı 1981’e kadar gazete ve dergilerde yayımlanan eserlerinin ve ayrıca kitaplarının kronolojik listesi verilecektir. İzmir, İstanbul ve Ankara kütüphanelerinde yaptığımız uzun süreli gazete ve dergi taramaları sonucu ortaya çıkan bu bibliyografyayı vermekten amacımız, yazarın kitaplarına girmemiş olan yazılarının ileride hakkında yapılacak araştırmalarda gözden kaçmamasını sağlamaktır.
Cumhuriyet devrinin önemli roman ve hikâye yazarlarından Ahmet Kemal Bilbaşar, 1 Şubat 1910 tarihinde Çanakkale’de dünyaya gelir. Babası Kafkasya göçmenlerinden polis başkomiseri Hüsnü Naim Efendi, annesi ise Bulgaristan göçmenlerinden Nuriye Hanımdır[2].
Nuriye Hanımın annesi Zühre Hanım, Kemal Bilbaşar’ın hayatında özel bir yere sahiptir. Öyle ki yazar ölüm döşeğindeyken bile adını dilinden düşürmediği ninesinin yaşamını Zühre Ninem romanının konusu haline getirmiştir. Zühre Hanım, 1923’te Hadımköy’de vefat edinceye kadar Çanakkale, Eskişehir, Ankara ve Bünyan’da aileyle birlikte yaşamıştır.
Nuriye Hanım, annesi ile birlikte avukat olan dayısının yanına gittiğinde, dayısının kayınbiraderi olan Naim Efendi ona âşık olur ve onunla evlenmek ister. Zühre Hanımın da uygun görmesiyle henüz on üç yaşında olan Nuriye Hanım, 1905 yılında Naim Efendiyle evlenir.
Sofya Üniversitesi’nden mezun olan Naim Efendi, bir süre Çanakkale’de görev yaptıktan sonra tayininin çıkmasıyla polis başkomiseri olarak Selanik’e gider. Yedi yıl süren mutlu bir evlilikten sonra Naim Efendinin bir kavgada hayatını kaybetmesiyle aile için sıkıntılı günler başlayacaktır[3]. Selanik’in Balkan devletleri tarafından işgal edildiği sırada arkadaşlarıyla gittiği bir kahvede Sırp, Yunan ve Bulgar subayları arasında şehrin kime ait olacağı konusunda çıkan bir tartışmada Selanik’in Türklere ait olduğunu ve öyle de kalacağını iddia eden Naim Efendi, müttefik subayları tarafından vurulur. Selanik’in işgal tarihi 9 Kasım 1912 olduğuna göre Naim Efendinin vurulması da buna yakın bir tarihte olmalıdır.
Naim Efendinin öldüğüne uzun süre inanmak istemeyen aile, bir süre sonra ümitlerini yitirerek Selanik’ten Naim Efendinin önceki görev yeri olan Çanakkale’ye göç eder. Çanakkale’ye gelişlerinin üçüncü yılında I. Dünya Savaşı günlerinde Çanakkale cephesinin de bombardımana tutulması üzerine 1915 yılında buradan da acı hatıralarla ayrılmak zorunda kalırlar. Nuriye Hanım ve Naim Efendinin ikinci çocukları olan Mükerrem burada kızamığa yakalanmış, o zamanın şartlarında tedavisi yapılamayarak daha altı yaşındayken ölmüştür[4].
Genç yaşında iki çocuğuyla dul kalan Nuriye Hanım, büyük oğlu Burhan’ı Darüşşafaka’ya vermiş, küçük oğlu Kemal’i ise yanına alarak Eskişehir’e akrabalarının yanına gitmiştir. Bir süre sonra iki çocukla yalnız yaşayamayacağını anlayınca 1918 yılında, Kemal sekiz yaşındayken, Eskişehir’de iskân müdürü olarak çalışan Avni Beyle evlenir. Aslen Üsküplü olan Avni Bey, memuriyeti dolayısıyla Eskişehir’de bulunmaktadır. Avni Beyin de Nuriye Hanım gibi ilk evliliğinden Sabire ve Tevfik adlarında iki çocuğu vardır. Annesinin bu ikinci evliliğinden Bilbaşar’ın Cemal, Emel ve Neriman adlarında üç kardeşi daha dünyaya gelir[5].
Eskişehir yıllarında Kemal ve üvey kardeşi, yaz aylarında simit, şeker, sigara kağıdı, kibrit, gazete gibi şeyler satarak geçim sıkıntısı çeken ailelerine destek olurlar. O yıllarda Bilbaşar’ın tek eğlencesi arkadaşlarıyla birlikte gittikleri Karagöz, meddah ve tulûat gösterileridir. Burada gördüklerini kendi aralarında uygulayarak eğlenceli saatler geçirirler[6].
II. İnönü Savaşı’nda Yunanlıların Eskişehir’e yaklaşmasıyla aile, buradan da 1921 yılında ayrılmak zorunda kalır. Eskişehir’in boşaltılması üzerine Ankara’ya göç eden aile, bu sefer de Sakarya Savaşı’nın başlamasıyla aynı yılın eylül ayında Ankara’dan ayrılarak Kayseri’ye gider. Kayseri’nin Bünyan ilçesine yerleşirler ve Yunanlılar Anadolu’dan atılıncaya kadar burada yaşarlar. 30 Ağustos 1922’de Dumlupınar zaferinin kazanılmasıyla tekrar Eskişehir’e döner; fakat harabeye dönen şehirde evlerini bulamazlar. Bu sırada Darüşşafaka’da okuyup öğretmen olan Kemal’in ağabeyi Burhan, ailesini öğretmenlik yaptığı Seyitgazi’ye götürmüştür. Burada da bir yıl kaldıktan sonra Burhan ve Avni Beyin tayinlerinin Hadımköy’e çıkmasıyla Seyitgazi’den ayrılırlar[7].
Çocukluk yıllarını farklı yerlerde geçirmek zorunda kalan Kemal, bu sebeple düzenli bir okul hayatı yaşayamamıştır. Eğitim hayatına 1917’de Eskişehir’de Turan Numune İlkokulu’nda başlayan yazar[8], daha sonra Sungur Tekin İlkokulu’na devam etmiş; ancak Eskişehir’den ayrılmalarıyla öğrenimini yarım bırakmak zorunda kalmıştır. Ankara’da altı ay gibi kısa bir süre kaldıkları için burada okula devam edememiştir. Kayseri’ye gittiklerinde Bünyan İlkokulu’nda öğrenimini sürdüren Kemal, Eskişehir’e ikinci gidişlerinde okullar açılalı bir ay olduğu için okula başlayamamıştır. Zaten üvey babaları Avni Bey onun ve kardeşi Tevfik’in okumalarını değil, hafız olmalarını ve bir zanaat erbâbı olarak yetişmelerini istemektedir. Bugünlerde ailesi Kemal’i bir terziye ve daha sonra bir kavafa çırak olarak verir. Ağabeyleri Burhan’ın, kardeşlerini okutma konusundaki ısrarıyla Kemal ve Tevfik’in okul hayatları Seyitgazi’de devam edecektir. Hem ağabeyi Burhan Beyin hem de üvey babasının tayinlerinin Hadimköy’e çıkmasıyla buraya gelen Kemal Bilbaşar, ilkokulu, nihayet yedi yıllık bir öğrenimden sonra 1924’te Hadımköy Muhtelit Mektebi’nde bitirebilmiştir.
İlkokuldan sonra Kemal’i ve üvey kardeşi Tevfik’i İstanbul Erkek Muallim Mektebi’ne yerleştirmek isteyen Burhan, kardeşlerini İstanbul’a getirir. Savaş nedeniyle düzenli bir öğrenim hayatı geçiremeyen Kemal, bütün çabasına rağmen öğretmen okuluna giriş sınavını kazanamaz. Ağabeyi Burhan işin peşini bırakmayarak babaları Naim Efendinin Selanik’ten yakın arkadaşı olan devrin Milli Eğitim Bakanı Nafi Atuf Kansu’ya, kardeşi Kemal’in ağzından bir mektup yazar. Mektupta öğretmen okuluna girmeyi çok istediğini ve başaramayışının sebeplerini anlatarak bakanın yardımını rica eder. Kısa bir süre sonra bakandan Edirne Erkek Muallim Mektebi’ne gidip orada babasına lâyık bir evlât olarak yetişmesini isteyen bir mektup gelir. Böylece Bilbaşar, Nafi Beyin sağladığı imkânla 1924 yılında Edirne Erkek Muallim Mektebi’ne girmeyi başarır.
Bilbaşar, Muallim Mektebi’nde öğrenciyken resim ve heykeltıraşlığa ilgi duymaya başlar. Bu sanatlara olan heves ve yeteneğini gören öğretmenlerinin de teşvikiyle bir süre resim ve heykel üzerinde çalışmalar yapar. Bunların yanı sıra müzik öğretmeni Ahmet Yekta Beyin etkisiyle müzikle de ilgilenmeye başlayan Bilbaşar, bu yıllarda keman çalmış, besteler yapmış, hatta öğretmen okulunu bırakarak Ankara Musiki Muallim Mektebi’ne veya İstanbul Konservatuarı’na girmeyi istemiş; fakat bu konudaki çabaları sonuç vermemiştir. Müziğe ilgi duyması ve çeşitli besteler yapması dolayısıyla arkadaşları arasında “yarının büyük bestecisi” olarak nitelendirilen Bilbaşar, Muallim Mektebi’nden mezun olduktan sonra müzik eğitimini kendi kendine devam ettirmek istemişse de ilerleyen yıllarda kitaplardan müzik öğrenilemeyeceğini anlamıştır.
Resim, heykel, müzik gibi çeşitli sanat dallarına ilgisi olan Bilbaşar’ın edebiyata ilgisi de yine Muallim Mektebi’ndeyken edebiyat dersinden bütünlemeye kalması ile başlamıştır. Yazarın kendi ifadesine göre bütünlemeye kaldığı yıl, yaz tatilinde bu derse çalışması onun bu dersi sevmesi ve edebiyata bağlanmasında önemli rol oynamıştır[9]. Ayrıca Bilbaşar burada öğrenciyken yabancı dilini de geliştirmiştir. Muallim Mektebi’ndeyken öğrenmeye başladığı Almanca’yı yüksek öğrenimi sırasında ilerleterek o dilde bir metni rahatlıkla okuyup anlayacak düzeye gelmiştir.
Bilbaşar, farklı alanlardaki yeteneklerini keşfettiği ve bunları geliştirme fırsatı bulduğu Edirne Muallim Mektebi’nden 1929 yılında mezun olur.
Edirne Muallim Mektebi’nden mezun olmasının ardından, Kırklareli’nin önce Babaeski, daha sonra da Vize ilçelerinde ilkokul öğretmeni olarak görev yapar. 29 Eylül 1929’dan 13 Şubat 1930’a kadar Babaeski Kumköy İkokulu’nda, 14 Şubat 1930’dan 29 Eylül 1931’e kadar da Vize Merkez 1. Okulu’nda çalışan Bilbaşar[10], bu ilçelerde öğretmenlik yaptığı günlerde kasaba halkını yakından tanıma imkânı da bulmuştur. Onun bu gözlemleri sonraki yıllarda kaleme alacağı roman ve hikâyelerine de yansıyacaktır. Ayrıca Vize’de görev yaptığı okulda edebiyatla yakından ilgilenen başöğretmenin zenginleştirdiği okul kitaplığı sayesinde Tolstoy, Zola, Goethe gibi batılı yazarların yanı sıra halk şairlerini de tanıma imkânı bulmuştur. Bu kitaplık ve Bayburtlu Zihni’nin torunu olan başöğretmenin onun yazarlık hayatına önemli katkıları olmuştur.
Bilbaşar, iki yıl Babaeski ve Vize’de öğretmenlik yaptıktan sonra 1 Ekim 1931’de Ankara’daki o zamanki adıyla Gazi Orta Muallim Mektebi ve Terbiye Enstitüsü’nün Tarih-Coğrafya Öğretmenliği Bölümü’ne kaydını yaptırır. Burada öğrenci olduğu dört yıl boyunca edebiyatla yakından ilgilenmesinde edebiyat ve eğitim dünyasının büyük isimlerinden olan hocaları Ahmet Hamdi Tanpınar, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, İsmail Hakkı Tonguç ve İbrahim Necmi Dilmen’in çok etkisi olmuştur. Ayrıca Hasan Ali Yücel, Ahmet Kutsi Tecer gibi o yılların tanınmış şair ve yazarlarının okulda düzenlenen edebiyat ve sanat gecelerine sık sık katılmaları edebiyata karşı ilgisini perçinlemiştir[11]. Bilbaşar’ın Gazi Eğitim’de edebiyat derslerine olan ilgisi ve bu dersteki başarısı Tanpınar’ın dikkatini çekmiştir[12]. Edebiyata ilgisi lise yıllarında başlayan yazar, Gazi Eğitim’de öğrenciyken bazı şiir ve düzyazı denemeleri yapmış ve bunların bir kısmı enstitünün edebiyat bölümü tarafından çıkarılan İHİ adlı dergide yayımlanmıştır. Hatta bu dergide yayımlanan Sonbahar başlıklı şiirini beğenen Tanpınar, tavsiyeleriyle Bilbaşar’ı şiir yazma konusunda yüreklendirmiştir[13].
Bilbaşar’ın Gazi Eğitim’de birlikte okuduğu arkadaşları arasında resim-iş şubesinden Hasan İzzettin Dinamo, edebiyat şubesinden Cahit Tanyol, tarih şubesinden Garra Sarmat ve Turgut Çarkoğlu gibi tanınmış isimler de vardır[14]. Yazar burada son sınıf öğrencisiyken Medeniyetin Doğuş ve Yayılışında Türklerin Rolleri adlı bir tez hazırlamış ve o devrin resmî tarih teziyle yakından ilgili olan bu çalışmayı 1935 yılında İstanbul’da kitap olarak bastırmıştır.
Bilbaşar, 2 Temmuz 1935 tarihinde Gazi Eğitim’den mezun olur. Burada öğrenciyken tanıştığı Bedia Bilge ile 19 Ağustos 1935 tarihinde İstanbul’da evlenir. Kemal ve Bedia Bilbaşar’ın evliliklerinden 22 Aralık 1937’de Taran adını verdikleri bir oğulları ve 6 Şubat 1942’de Esin adını verdikleri bir kızları dünyaya gelir[15].
Kemal Bilbaşar evlendikten kısa bir süre sonra 1 Kasım 1935’te askere gider. Bir yıl süren askerlik görevinin ilk altı ayını İstanbul’da Halıcıoğlu Yedek Subay Okulu’nda piyade, son altı ayını da İzmir’de yarsubay olarak tamamlayıp 1 Kasım 1936’da terhis edilir[16].
Askerlik hizmetini tamamlayan Bilbaşar’ın tayini 31 Ekim 1936’da Nazilli Ortaokulu’na, eşi Bedia Hanımınki de İzmir Kız Lisesi’ne çıkar. Nazilli’de çalıştığı dönemde eşi İzmir’de olduğu için her hafta sonu İzmir’e gitmek zorunda kalan Bilbaşar, 14 Ekim 1937’de tayininin İzmir’e çıkmasıyla bir yıl süren bu sıkıntılı durumdan kurtulur.
Nazilli’de öğretmenlik yaptığı bu bir yıllık sürede Bilbaşar, kasabanın tek oteli olan Nazilli Palas’ta kalmıştır. O yıl açılacak olan Nazilli Basma Fabrikası’nın hazırlıkları için orada çalışan Rusya’da eğitim görmüş ressam, mühendis ve teknisyenlerle tanışarak Rus sanat ve edebiyatı hakkında bilgisini derinleştirmiştir. Onlardan aldığı kitaplar sayesinde Çehov, Dostoyevski ve Gogol gibi Rus edebiyatının büyük romancı ve hikâyecilerini tanıma fırsatı bulmuştur. Bilbaşar okul paydosunda öğrencileriyle birlikte Menderes’e gittiklerinde çocuklar oyuna daldığında orada bulunan Pamuk Islah İstasyonu’ndaki ziraat mühendislerini ziyarete gittiğini ve onlardan toprak üzerinde dönen oyunlar hakkında bazı şeyler öğrendiğini belirtmektedir. Yazar, buradaki izlenimlerinden sonraki yıllarda yazdığı hikâyelerinde yararlanmıştır. Buradayken yazdığı ilk hikâyesi olan Kaza’yı 1938 yılında Kültür dergisinde yayımlamıştır[17]. Bunu daha sonra Hacı Emminin Damadı, Budakoğlu adlı hikâyeleri takip eder. Hacı Emminin Damadı adlı hikâyesiyle 1939 yılında CHP Genel Sekreterliği tarafından halkevinin üyesi olan gençler arasında düzenlenen Memleket Küçük Hikâyeleri Yarışması’nda birinci olmuştur[18]. Yazar Nazilli’de geçirdiği bu bir yılın sanat yaşamına önemli katkısı olduğunu belirtmiştir.[19].
Nazilli’den sonra tayini 16 Ekim 1937’de İzmir Karataş Ortaokulu’na çıkan Bilbaşar, emekli oluncaya kadar çalıştığı bu okulda yirmi dört yıl tarih, coğrafya ve yurttaşlık bilgisi öğretmenliği yapmıştır. Kendi ifadesine göre bu okulda, fikir ve sanat yayınlarını yakından takip eden bir öğretmen kadrosu mevcuttur[20]. Buradaki öğretmenlerden İlhan İleri ve Garra Sarmat’ın Aramak, Fikirler gibi İzmir’in o dönemde önemli yayın organlarından olan dergilerde yazılarının yayımlanması Bilbaşar’ın öğretmen kadrosu hakkındaki düşüncelerinde haklı olduğunu göstermektedir.
Bilbaşar, öğretmenlik mesleğinin yazarlığına katkıları olduğuna içtenlikle inanır. Ona göre öğrenci velileriyle sık görüştükleri için farklı kesimlerden insanları tanıma imkânı bulmaları, yaz tatillerinde yaptıkları gezilerle değişik yerleri görmeleri yazacaklarının malzemesini oluşturmada önemli bir paya sahiptir[21].
Bilbaşar’ın, 1938-1954 yılları arasında İzmir’in önemli gazetelerinden olan Anadolu’da birçok hikâye ve makalesi yayımlanır. Anadolu gazetesinde 1938 mayısında yayımlanan Necip Fazıl’ın bir tiyatrosu hakkında yaptığı değerlendirmeleri içeren “Uçurum Kenarında Yaratılmış Bir Eser: Bir Adam Yaratmak”[22] başlıklı yazısı onun bu gazetede çıkan ilk yazısıdır.
1939 yılında da İlhan İleri ve Cahit Tanyol’la birlikte Aramak adlı bir dergi çıkarmaya karar verirler. Dergi çıkarmayı istemelerinin önemli sebeplerinden biri de yazdıklarını yayımlatacak yer bulma konusunda çektikleri sıkıntıdır[23]. Çünkü Bilbaşar ve arkadaşları o yıllarda yazı hayatına yeni adım atmış ve henüz isim yapmamış kişilerdir. Mesul müdürü Cahit Tanyol, neşriyat müdürü Kemal Bilbaşar olan derginin kurucuları arasında Nuri Erkoldaş, İlhan İleri, Hilmi Apak, Nureddin Ardıç, Saim Eğilmez, Cemil Omaç, Garra Sarmat ve Sabri Gül gibi Gazi Eğitim Enstitüsü’nden mezun on arkadaş vardır. Yayımlandığı yıllarda hem hacim hem de içerik bakımından İzmir’in önemli dergilerinden sayılan Aramak, 1939 nisanından 1940 eylülüne kadar 16 sayı çıkar. Çıkış amacı “güzeli, iyiyi, gerçeği aramak” olarak belirtilen derginin yayıma hazırlandığı yer, bir “edebiyatçılar lokali”ni andıran Bilbaşar’ın evidir. O ve arkadaşları burada kendi yazıları üzerinde tartıştıkları gibi aynı zamanda dergiye gönderilen yazılar arasından da seçim yaparlar[24]. Dergi, yayın hayatını sürdürürken Nurullah Ataç, Adnan Cemgil, Ercüment Ekrem Talu, Halit Fahri Ozansoy, Turhan Tan, Hüseyin Cahit Yalçın, Cavit Yamaç, İrfan Hazar gibi pek çok edebiyatçı yazılarında Aramak’tan övgüyle söz etmişlerdir. Buna rağmen Aramak uzun ömürlü olamamıştır. Çünkü dergi ekonomik sıkıntılar içine girmiş ve yazıların çoğunu kaleme alan ve aynı zamanda da derginin mesul müdürlüğünü yürüten Cahit Tanyol İzmir’den ayrılıp İstanbul’a gitmiştir.
Bilbaşar, Anadolu, Kültür ve Aramak’ta yayımlanan hikâyelerini toplayarak 1939 yılında Anadolu’dan Hikâyeler’i, 1941’de de Cevizli Bahçe’yi bastırmıştır. 1943 yılında da ilk romanı olan Denizin Çağırışı yayımlanır. Bundan sonra tekrar hikâye alanında kendini gösteren yazar, 1944 yılında üç hikâyesinden oluşan Pazarlık adlı kitabını yayımlamıştır. Yazar aynı yıl eserlerini daha geniş bir okur kitlesine ulaştırabilmek amacıyla İstanbul’a yerleşmek istemiş, hatta Zekeriya Sertel tarafından hikâye ve röportaj yazarı olarak Tan gazetesinde işe alınmıştır. Fakat daha İstanbul’a taşınmadan Tan’ın tahrip edilmesi üzerine Bilbaşar bu isteğini gerçekleştirememiştir. Bilindiği gibi Tan gazetesi 2. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye ile SSCB’nin iyi ilişkiler kurması gerektiği konusundaki tutumu ile özellikle milliyetçi çevrelerin ve iktidarın tepkisini çekmiş ve 4 Aralık 1945’te gazetenin matbaası tahrip edilmiştir. Tan Olayı olarak adlandırılan bu hadiseden sonra gazete yayım hayatına son vermek zorunda kalır.
Kemal Bilbaşar eserlerini, bazen K. Bilbaşar ve K.B. kısaltmalarıyla bazen de takma adlarla yayımlamıştır. Bunlardan biri kızının adı olan Esin Bilbaşar ya da onun kısaltması E. Bilbaşar’dır. Bu adı çoğunlukla geçimine destek olması amacıyla Ayşegül Çocuk Serisi için hazırladığı çeviri ve adapte romanlarda ve Demokrat İzmir gazetesinde yayımlanan iki çeviri romanında kullanmıştır. Kullandığı takma adlardan diğeri, adının ve soyadının ilk üç harfinin bir araya getirilmiş şekli olan Kembil’dir. Bu ismi, Tan gazetesinde “Şehirden Röportajlar” başlığı altında yayımlanan aktüel konulu yazılarda kullanmıştır. Kullandığı bir diğer takma ad, adının son iki harfi olan “al” ile soyadının son hecesi olan “şar”ı birleştirerek oluşturduğu Alşar’dır. Yazar, Alşar imzasını sadece Tan gazetesinde “Ege’den Meseleler” başlığı altında yayımladığı makalelerinde kullanmıştır. Onun özellikle Tan’daki yazılarında takma ad kullanmasının sebebi, gazetenin o yıllarda savunduğu fikirler dolayısıyla dikkat çekip çeşitli çevreler tarafından ağır şekilde eleştirilmesi olabilir. Daha önce de söz ettiğimiz gibi bu eleştirilerin dozu gazetenin tahribine kadar varmıştı.
Bilbaşar, 1945 yılında bir yandan öğretmenliğe devam ederken bir yandan da geçimine destek olması amacıyla Bahri Baba Parkı’nın karşısında Alşar adlı bir kitabevi açar. Burası kitapların yanı sıra bazı gazete ve dergilerin, kırtasiye malzemelerinin de satıldığı bir yerdir. Kemal Bilbaşar, isminin ve soyadının bazı harflerini birleştirerek kitabevine “Alşar” adını vermiştir. Ancak, bu adın “kızıl şehir” anlamına geldiğini düşünenler, önce imzasız mektuplarla gözdağı verir, daha sonra da dükkânın camlarını kırarlar[25]. Aynı zamanda Orhan Rahmi Gökçe, İrfan Hazar, Naci Sadullah, İlhan İleri gibi devrin İzmir’inin tanınmış şair ve yazarlarının da toplandığı bir yer olan Alşar Kitabevi sol görüşlü yazarların bir araya geldiği bir “nifak yuvası” olarak görüldüğü için de çeşitli baskılara maruz kalmış ve yaklaşık bir yıl sonra bu baskılar yüzünden kapanmak zorunda kalmıştır[26]. Alşar Kitabevi’nin kapanmasında Memurîn Kanunu’na göre devlet memurlarının ikinci bir işte çalışmasının yasak olması da etkili olmuş olabilir. İzmir Valisi Şefik Soyer tarafından Milli Eğitim Bakanlığı’na yazılan bir yazıdan Bilbaşar’ın ilgili makamlara bu konuda şikayet edildiği anlaşılmaktadır[27].
Bilbaşar’ın başına gelenler bu kadarla kalmaz, 1940’lı yıllarda Yurt ve Dünya, Adımlar, Ant gibi sol eğilimli dergilerde ve tek parti dönemini ağır bir dille eleştirdiği için iktidarın ve milliyetçi çevrelerin tepkisini toplayan Tan gazetesinde yazdığı yazılar sebep gösterilerek 1945 yılı sonlarında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yazar hakkında soruşturma açılır. Soruşturma açılmadan evvel evinde yapılan aramalarda mektup, günlük gibi özel evrak ile Bilbaşar’ın üzerinde çalıştığı eserlerin müsveddelerine geri verilmemek üzere el konulur[28]. İzmir Valisi tarafından Milli Eğitim Bakanlığı’na gönderilen bir yazıda Kemal Bilbaşar’ın 5 Kasım 1945’te Tan gazetesinde yayımlamış olduğu Trampa başlıklı hikâyesi ve Alşar Kitabevi’ndeki faaliyetleriyle dikkat çektiği belirtilmiştir. Aynı yazıda Bilbaşar, komünizm mefkûresini taşıyan ve bunun yayılmasına hizmet eden bir öğretmen olmakla da suçlanmıştır[29]. Bu suçlamalar sonucu 14 Aralık 1945 tarihinde toplanan Maarif Vekilliği Müdürler Encümeni’nde Bilbaşar’ın açığa alınmasına karar verilir. 19 Aralık 1945’te görevinden uzaklaştırılan yazar, hakkını aramak amacıyla Ankara’ya giderek Hasan Ali Yücel’le görüşür; ona bakanlık emrine alınmasının sebebini sorar. Yücel’den suçunun sol görüşlü gazete ve dergilerde hikâye yazmak olduğunu öğrenen Bilbaşar, halkçı bir yazar olduğu için her yayın organından yararlanmaya çalıştığını, yazdığı yerlerden dolayı değil; eğer suç sayılacak bir taraf varsa yazdıklarından dolayı cezalandırılması gerektiğini söyleyerek kendini savunur[30]. Yazarın savunması haklı bulunarak altı ay sonra, yani 31 Mayıs 1946’da görevine dönmesine karar verilir.
Görevine iade edildikten sonra tekrar sıkıntılı bir dönem yaşayan Bilbaşar, bu defa da Anadolu gazetesinde çalıştığı ileri sürülerek 1948 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’na şikayet edilir. Yazarın savunma yazısında Anadolu gazetesinde daimî olarak çalışmadığını, sadece telif ücreti karşılığında bazı yazılar yazdığını belirtmesi üzerine Disiplin Komisyonu, hakkında kovuşturmaya gerek olmadığına; ama herhangi bir yere naklinin uygun olacağına karar verir. Bununla beraber Orta Öğretim Genel Müdürlüğü tarafından 29 Ocak 1949’da Zat İşleri Müdürlüğü’ne yazılan bir yazıda tayin gerektirecek bir durumun olmadığı belirtilmiştir.
Bilbaşar, ilerleyen yıllarda da bakanlığın dikkatini çekmiş ve sürekli takip altında tutulmuştur. Nitekim müfettiş Asım Korkut, 1 Mayıs 1952’de Milli Eğitim Bakanlığı’na Bilbaşar hakkında yazdığı bir raporda, onun iki yıl öncesine kadar emniyetin daimî takibi altında tutulduğunu; fakat son iki yıldır dikkati çeken bir davranışı olmadığını belirtir[31].
Yazar, 1945 yılında Ankara radyosunda seslendirilmek üzere Çıldır Gölü Efsanesi, Şifalı Muska, Bebek Oy adlı oyunları yazmıştır. Bu oyunlar Kemal Tözem tarafından radyoda seslendirilmiştir. Bunlardan Çıldır Gölü Efsanesi daha sonra İzmir Radyosu’nda da temsil edilmiştir[32]. Aynı yıl Cevizli Bahçe ve Kadırga hikâyelerini birleştirerek yazdığı Kadırga adlı oyununu CHP’nin açtığı piyes yarışmasına gönderen Bilbaşar, bu oyunuyla ikincilik ödülünü kazanmıştır. Birinciliği ise Necip Fazıl almıştır. Fakat Necip Fazıl ve Bilbaşar’ın ödülleri yazarları hükûmete muhalif görüldüğü için iptal edilmiş, sadece üçüncüye ödül verilmiştir[33]. Kadırga’yı çok beğenen Avni Dilligil, 1947 yılında İzmir Şehir Tiyatrosu’nda bu oyunu sahnelemek ister. Bu amaçla oyunu Basın-Yayın Müdürlüğü’ne göndererek sahnelenmesi için onay bekler. Fakat müdürlükten gelen cevapta sebep gösterilmeksizin oyunun sahnelenmesine izin verilmediği belirtilmiştir.
Aradan geçen beş yılda şartların değişmiş olacağını düşünen Bilbaşar, 1952 yılında Kadırga’yı bu sefer oynanacağı umuduyla İstanbul Şehir Tiyatrosu’na gönderir. Piyes bu defa da Cevat Fehmi Başkut, Halit Fahri Ozansoy, Sabri Esat Siyavuşgil, Şükrü Erden ve Ercüment Ekrem Talu’nun yer aldığı heyet tarafından geri çevrilir. Geri çevrilme sebebi olarak oyunun konu itibariyle İstanbul seyircilerinin gözünü ve gönlünü doyuracak mahiyette olmadığı ve teknik bakımdan da tiyatrodan ziyade hikâye türüne has özelliklerin ağır bastığı gösterilir[34]. Kadırga ikinci kez geri çevrilmesine rağmen Bilbaşar mücadelesine devam eder. Yeditepe dergisinde yayımlanması amacıyla derginin sahibi Hüsamettin Bozok’a bir mektup gönderip tarafsız bir jüri kurularak eserin değerlendirilmesini ister. Bilbaşar, bu mektupta Kadırga’nın geçerli bir sebep gösterilmeden geri çevrilmesini eleştirir[35]. Bunun üzerine Yeditepe’nin idarecileri çeşitli gazetelerde yazan farklı sanat görüşlerine sahip yazarları bir araya getirmeye karar verirler. Ahmet Hamdi Tanpınar, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sait Faik Abasıyanık, Fikret Adil, Oktay Akbal, Yaşar Kemal, Behçet Necatigil, Tarık Buğra, İbrahim Hoyi, Ayşe Nur, Nevzat Üstün ve Tunç Yalman’dan oluşan jüri, Refik Halit Karay’ın başkanlığında İstanbul’da Maya Sanat Galerisi’nde toplanır. Jüri, yazarın Anadolu’yu iyi tanıdığını ve kuvvetli bir gözlem gücüne sahip olduğunu söyleyerek eseri başarılı bulur[36]. Tüm bu olanlardan rahatsızlık duyan Şehir Tiyatrosu jüri üyelerinden Sabri Esat Siyavuşgil, 4 Ocak 1953’te Yeni Sabah gazetesinde “Edebî heyet haklıymış.” başlıklı bir yazı yazarak Kadırga ile ilgili olarak toplanan ilk jürinin kararının isabetli olduğunu savunur. Bilbaşar, Demokrat İzmir’de yazdığı bir yazıyla Siyavuşgil’in iddialarına cevap verir[37]. Bilbaşar, bu uğraşlarına rağmen hangi dönemde olursa olsun bu oyunu halka ulaştıramayacağını düşünerek Kadırga’yı Yeşil Gölge adıyla romanlaştırır ve bu eseriyle 1968 yılında MAY Roman Ödülü’nü Mehmet Seyda ile birlikte paylaşır[38].
1945 ile 1953 yılları arasında sekiz yıllık bir suskunluk devresi yaşayan Bilbaşar’ın bu suskunluğu, 1953’te yayımlanan Pembe Kurt adlı hikâye kitabıyla son bulur. Yazarın bu yıllarda edebiyat dünyasından çekilişinde şüphesiz 1945’te bakanlık emrine alınması ile başlayan ve 1952’ye kadar devam eden soruşturma ve takip altında tutulma süreci etkili olmuştur.
Bilbaşar’ın bu suskunluk devresinden sonra hikâyeleri 1953 yılında Yeditepe dergisinde ve Demokrat İzmir gazetesinde yayımlanmaya başlar. 1953-1971 yılları arasında Demokrat İzmir’de yazdığı yazılar hem tür hem de sayı bakımından oldukça fazladır. Bu gazetede, daha sonra bir kısmını kitaplarında toplayacağı pek çok hikâyenin yanı sıra tefrika romanları ve çeşitli konularda yazdığı makaleleri de yayımlanmıştır.
1956 yılında, çoğunluğu Demokrat İzmir’de çıkmış hikâyelerinden oluşan Köyden Kentten Üç Buutlu Hikâyeler adlı kitabı yayımlanmıştır. Yazarın İzmir’de basılan son kitabı Ay Tutulduğu Gece’dir. Yazar bu romanı 1954-1955 yılları arasında Demokrat İzmir’de, 1958-1959 yılları arasında da Tahtıravalli adıyla Vatan gazetesinde tefrika ettikten sonra 1961’de Ay Tutulduğu Gece adıyla kitaplaştırmıştır. Böylece Bilbaşar, bu eseriyle on sekiz yıl aradan sonra tekrar roman türünde bir eser yayımlamış olur.
Bilbaşar, yirmi yedi yıl öğretmenlik yaptıktan sonra hem siyasî hayata atılmak hem de eserlerini yazmaya daha çok vakit ayırmak için 18 Aralık 1961’de emekliye ayrılmıştır. Emekli olduktan sonra İşçi Partisi’ne katılan yazar, 1965’e kadar İzmir İl Başkanlığı, genel yönetim kurulu üyeliği, il danışma kurulu üyeliği gibi çeşitli görevlerde bulunmuştur. 1965 yazında yapılan seçimlerde Manisa’dan milletvekili adayı olmasına rağmen seçilememiştir[39]. O yılki seçimlerde meclise partiden on dört milletvekilinin girmesiyle görevinin bittiğine inanan Bilbaşar, bu tarihten sonra siyasetle aktif olarak ilgilenmemiştir. Bilbaşar’ın seçim faaliyetleri esnasında pek çok yeri dolaşması ona köy ve kasaba yaşamını da gözlemleme imkânı vermiştir[40].
Kemal Bilbaşar ve eşi Bedia Hanım 1964 ağustosunda kızlarını ziyaret amacıyla Amerika’ya giderler ve orada 1965’in mayısına kadar kalırlar. Döndüklerinde artık onları İzmir’e bağlayan bir şey kalmadığı için 1966’nın başında oğullarının yaşadığı şehir olan İstanbul’a yerleşirler[41]. Bilbaşar’ın bu kararında büyük ihtimalle İstanbul’un kültür ve edebiyat hayatının İzmir’den daha hareketli olmasının etkisi vardır.
1963 yılında Demokrat İzmir gazetesinde tefrika ettiği Cemo adlı romanını 1966’da kitaplaştıran yazar, bu romanıyla büyük yankı uyandırmış ve 1967 yılında Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’ne lâyık görülmüştür. Yurt içinde beğeni gören Cemo, 1976 yılında İngilizce’ye, 1982’de de Çekçe’ye çevrilerek basılmıştır. Edebiyat çevrelerinde çok ilgi gören ve hakkında pek çok makale yayımlanan eser, aynı zamanda sinemaya da aktarılmıştır. 1972 yılında gösterime giren filmin senaryosunu Ayşe Şasa yazmış, yönetmenliğini de Atıf Yılmaz yapmıştır. Cemo’nun filmi de tıpkı romanı gibi başarılı bulunmuş, sinema eleştirmenleri tarafından yılın en iyi filmleri arasında gösterilmiştir[42].
Bilbaşar, 1966’da İstanbul’a yerleşmiş ve ölünceye kadar burada yaşamıştır. İzmir’deyken daha çok hikâyeye ağırlık veren yazar, bu devrede sekiz telif, üç tercüme roman ve iki hikâye kitabı yayımlamıştır. İstanbul’da yoğun bir tempoyla çalışması sonucunda 1969 yılında “sürmenaj entelektüel” teşhisi konan bir psikolojik rahatsızlık geçirmiştir.
1969 yılında yayımladığı iki ciltlik Memo adlı romanı, konu itibariyle Cemo’nun devamı niteliğindedir. İki yıl sonra yayımlanan Irgatların Öfkesi’nde çoğu daha önce yayımlanmış olan hikâyelerini bir araya getirmiştir. Yazarın aynı yıl Yonca Kız adlı bir çocuk romanı da yayımlanmıştır. Daha önce Cumhuriyet’te Yanlış Zifaf adıyla tefrika edilen romanını da 1972 yılında Başka Olur Ağaların Düğünü adıyla yayımlar. 1976’da basılan Kurbağa Çiftliği adlı kitabında çocuklar için yazdığı hikâyelerle bir tane de masal yer alır. Yazar, son kitapları olan Kölelik Dönemeci, Bedoş ve Zühre Ninem’de ise tarihî konulara yönelmiştir. Ayrıca İstanbul devresinde yazarın üç tane de çeviri romanı yayımlanmıştır. Bunlar Gölgedeki Zorbalar ve çocuk kitapları olan Ayşe’nin Öksüzleri ile iki ciltlik Gülenay’dır.
1982 yılının sonunda Paris’te yaşayan kızını ziyareti esnasında yaptırdığı sağlık kontrolleri sonucunda Bilbaşar’a kalp yetmezliği teşhisi konur. Evhamlı bir yapıya sahip olan yazar, damar tıkanıklığı ve yüksek tansiyon gibi rahatsızlıkların belirlenmesi üzerine kısa bir süre sonra Türkiye’ye döner[43]. Yüksek tansiyon sonucu beyin damarlarından birinin zarar görmesi üzerine hastaneye kaldırılan Bilbaşar, 21 Ocak 1983 tarihinde İstanbul’da vefat etmiştir[44]
Kemal Bilbaşar öğretmenlik, roman ve hikâye yazarlığı, gazetecilik gibi birçok işi bir arada yürütmüş çok yönlü bir insandır. Eserlerinin yayımlanmaya başladığı 1935 yılından, son eserlerinin yayımlandığı 1981 yılına kadar, kırk altı yıl süren edebî hayatı süresince yirmi üç kitabı basılmış, çeşitli gazete ve dergilerde tefrika romanları, hikâyeleri ve makaleleri yayımlanmıştır. O, tür bakımından çeşitlilik, sayı bakımından zenginlik gösteren eserleri ile Cumhuriyet devrinin dikkate değer hikâye ve roman yazarları arasındadır.
Kategori: Yazarlarımız | BİYOGRAFİ MÜBERRA BAĞCI için yorumlar kapalı
Küçük hikaye: TUZLU ANILAR, Kadriye YILMAZ
Cuma, Ocak 29th, 2010
Küçük hikaye:
Kadriye YILMAZ:
TUZLU ANILAR
Okumak için………..TIKLAYINIZ
Kategori: Yazarlarımız | Küçük hikaye: TUZLU ANILAR, Kadriye YILMAZ için yorumlar kapalı
BİR KELİMENİN UZUN HİKAYESİ
Cuma, Ocak 29th, 2010
BİR KELİMENİN UZUN HİKAYESİ
Okumak için…………..TIKLAYINIZ |
Kategori: Yazarlarımız | BİR KELİMENİN UZUN HİKAYESİ için yorumlar kapalı
NAMIK KEMAL’İN HAYATI ve TİYATRO ESERLERİ, Mehtap Şahin
Cuma, Ocak 29th, 2010
ÖĞRENCİ YAZILARI: Namık Kemal’in Tiyatro Eserleri
Okumak için…………TIKLAYINIZ
Kategori: Yazarlarımız | NAMIK KEMAL’İN HAYATI ve TİYATRO ESERLERİ, Mehtap Şahin için yorumlar kapalı
BİR EDEBİYAT ÖĞRETMENİMİZİN YAZISI:
Cuma, Ocak 29th, 2010
Fatma CAN
NEDEN GENÇLİK NEDEN EDEBİYAT
Kategori: Yazarlarımız | BİR EDEBİYAT ÖĞRETMENİMİZİN YAZISI: için yorumlar kapalı
AHMET MİTHAT EFENDİ, Haz.:Gökhan Akkaş, Şükrü Özdemir, Muhammet Uysal
Cuma, Ocak 29th, 2010
Öğrenci yazıları:
AHMET MİTHAT EFENDİ
hayatı, kişiliği, sanatı, eserleri
Kategori: Yazarlarımız | AHMET MİTHAT EFENDİ, Haz.:Gökhan Akkaş, Şükrü Özdemir, Muhammet Uysal için yorumlar kapalı
Atabetü’l-Hakâyik Yazarı Edib Ahmed’in Mezarı ve Yüknek’in Neresi Olduğu Hakkınd
Cuma, Ocak 29th, 2010
Selçuk UYSAL
Atabetü’l Hakâyık Yazarı Edib Ahmed’in Mezarı ve Yüknek’in Neresi Olduğu Hakkında
Kategori: Yazarlarımız | Atabetü’l-Hakâyik Yazarı Edib Ahmed’in Mezarı ve Yüknek’in Neresi Olduğu Hakkınd için yorumlar kapalı
EDEBÎ ESERLER YOLUYLA İRADE EĞİTİMİ, Halide Gamze İNCE
Pazar, Ocak 17th, 2010
Halide Gamze İNCE :
ROMANLAR YOLUYLA İRADE EĞİTİMİ
Kategori: Yazarlarımız | EDEBÎ ESERLER YOLUYLA İRADE EĞİTİMİ, Halide Gamze İNCE için yorumlar kapalı